23 Mart 2010 Salı

BİR ÇİFT ESKİ AYAKKABI

Günün yorgunluğunu sırt çantama yüklemiş eve doğru yürüyordum. Kulaklığımdan sevdiğim melodiler akıyordu içime. Çantanın ağırlığını bile unutup zıplamaya başlayacaktım nerdeyse. Sevdiğim çiçekçinin önünden geçecektim birazdan. Salonumda hayal ettiğim, özenle hazırlanmış şık saksılara bakacaktım. Sanki uzun zamandır görmediğim, özlediğim birini görecekmişim gibi heyecanlandım çiçekçiye yaklaştıkça. Yüzümdeki gülümsemeyi saklamaya çalışmıyordum bile.

Çiçekçinin vitrinini seyretmeme bir apartman kalmıştı ki... Birden donup kaldım... Apartmanın önünde kahverengi, boyaları gitmiş, burnu kullanılmaktan deforme olmuş ama hala iş görebilecek bir çift eski erkek ayakkabısı duruyordu.

Ben yeni açacak çiçekleri görmeyi beklerken... Birileri, bir eşin, bir babanın, bir dedenin belki de yakın bir dostun ayakkabısını koymak zorunda kalmıştı işte apartmanın önüne.

İçimde bir sızı hissettim. Sırtımdaki çanta ağırlaşmaya başladı. Kulaklıktan gelen ses birden kafamın içinde katlanılamaz bir gürültüye dönüştü. İçimde bir sızı hissettim, başka sızıları da uyandıran bir sızı...

Biz onu kaybettiğimizde ayakkabılarını koymuş muyduk kapıya? Kim yapmıştı ki bu işi? Kim seçmişti hangi ayakkabının konacağını? Eskilerden mi seçtiler yoksa yeni aldıklarından birini mi? Ayakkabıyı bırakabildiler mi kapının önüne kolayca? Vedalaşabildiler mi? Hiç hatırlamıyorum!

Uyanan eski sızılarım gözlerimi doldurdu bir anda. Zorla bir iki adım attım çiçekçinin vitrinine doğru. Yeni tomurcuklarıyla, yan yana sıralanmış sümbüller beni bekliyordu. Dolan gözlerimi gizlemeye çalışarak zoraki bir gülücük attım onlara. “Yarın görüşürüz! Söz!” dedim içimden. Bir an önce evime varmak için adımlarımı hızlandırdım.

Hayat ne garip! Bir çift eski ayakkabıyla sevinen birileri olacak birazdan. Alacak eline ayakkabıları, evirip çevirecek, birilerinin ayağına uyar mı diye düşünecek, alıp gidecek sonra. Bunları giyen kimdi, ne iş yapardı, iyi bir insan mıydı, mutlu muydu, arkasında kimleri bıraktı diye düşünürler mi acaba? Ayaklarına geçirdiklerinde eski ayakkabıları, yürüyüşleri değişir mi? Eski sahibi gibi ayakkabıların, iyi, kötü, mutlu ya da yorgun hissederler mi kendilerini? Kim bilir nereleri görmüştür o ayakkabılar. Yeni sahiplerini de oralara götürürler mi?

Hayat ne garip! Eskilerle yeniler... Bir çift eski ayakkabı kapı önüne koyulurken acıyla, bir sümbül merhaba demek için hayata tomurcuklanıyor hemen yanı başında. Sümbüller! Tomurcuklanıyor! Ayıp ettim onlara...

Yolumu değiştirip gerisin geri döndüm sırtımda ağırlaşan çantamı umursamadan. Hem hoşça kal demek için gidene, hem de hoş geldin demek için yeni doğana...

Hayat ne garip!

9 Mart 2010 Salı

ÇOCUK GÖZLER

Odanın kapısından baktım önce sessiz olmaya çalışarak. Uyuyorsa uyandırmak istemiyordum. Yatağında uzanmıştı. Saçlarını yeni kestirmişler. Yüzü toparlanmış. İyi olmuş. Oyuncaklarını kucağına doldurmuş. Eline aldı bir tanesini, sevgiyle okşayıp yatağının yanındaki torbaya koydu. Beni fark etti sonra. Çocuk gözleriyle baktı. Gülümsedi. Yorgundu yüzü. Hayli zayıflamıştı son gördüğümden beri. Ama gözleri hiç görmediğim kadar çocuk bakıyordu. “İyi ki geldin! Birlikte yaramazlık yapalım mı?” der gibi…

Ürkekçe elimi kaldırıp selam verdim. Beni hatırlamazsa diye korkuyordum. Korkumu gizlemek için gülümsedim. İçeri girdim. Benim geldiğimi fark edince kanepede oturmuş televizyon seyreden bakıcısı ayağa kalktı. Biraz daha zaman kazanmak için gidip öptüm kadını. Sonra yatağın yanına yürüdüm. Ya hatırlamazsa… Kimsin diye sorarsa… Adımı söylesem birlikte güldüğümüz anlarımız gelir miydi aklına? Ya o zaman da hatırlamazsa… Kendimi hatırlatmaya çalışmaktan korkuyordum unuttuğunu fark edip üzülür diye. Ben böyle içimdeki sorularla boğuşurken o benden önce davrandı. Çocukça bir cesaretle belki de… Dönüp yine o çocukça gülümsemesiyle hiç çekinmeden sordu. “Bu kim?”

Bakıcı o kadar kendinden emin bir gülümsemeyle baktı ki bana, sonra da dönüp cevap verdi, içim sızladı. Ben kendimden emin girememiştim odaya. Ama o kadın emindi kendinden. Ona iyi baktığından, hatırlandığından ya da tanındığından… İçim sızladı işte. Bakıcı adımı söyledi. İkimizde ona bakıyorduk. Ben çekingen, o kendinden emin. Adımı duyunca çocuk gözlerini bana çevirip gülümsedi. Bir an için sevindim. Hatırladı işte! Oyuncaklarından bir tane daha aldı sonra. Sevgiyle okşayıp torbasına koydu. Bana baktı tekrar. “Daha önce geldin mi sen?”

Yok… Hatırlamadı… Geldim dedim gülümsemeye çalışarak. Biraz düşündü. Hatırlamadı… Umursamadı da ama. Bir oyuncak daha aldı eline. Gülümseyen gözleriyle bana uzattı. Çok güzelmiş dedim. Elime aldım oyuncağı. Onun gibi sevgiyle bakmaya çalıştım oyuncağa. Elimde evirip çevirdim biraz. Sonra geri verdim. Yine aynı seremoniyle torbasına kondu oyuncak.
Nasıl devam etmem gerektiğini bilemedim. Bütün hırçınlıklarından sıyrılmış, unutmanın verdiği rahatlıkla gülen çocuk gözlerine baktım. Gitmek istedim hemen. Haydi, oyna sen oyuncaklarınla dedim. Öptüm yanaklarından. “Nereye gidiyorsun?” dedi. Tekrar geleceğim dedim hatırlamayacağını bilerek.

Boğazımda düğümlendi kuramadığım tüm cümleler. Aceleyle çıktım odadan… Çocukluğumun korku salan adamı dedemin odasından…

3 Mart 2010 Çarşamba

Ben İstemeden Asla!

Birden bire çıktı karşıma. Hiç beklemediğim bir anda. Uzun zaman inanmıştım. Sonraları kaybetmiştim umudumu. Hiç aklıma gelmiyormuş gibi yapıyordum ki zamanla gerçekten aklıma gelmeyeceğine inanıyordum. İlk zamanlar zor geldi tabi. Sonraları gerçekten kolaylaştı. Tamamen unutmamıştım, ama içimdeki boşluğuyla yaşamayı öğrenmiştim. Yerine bir şey koymayı hiç istemedim.

Artık onsuz olmam gerektiğini ilk söylediklerinde sesimi çıkarmadan başımı salladım sadece. İçimden asla aramıza giremeyeceklerini söylüyordum. Sakince gidip koltuğa oturdum, bacak bacak üstüne attım, televizyon seyretmeye dalmış gibi yaptım. Gösterdiğim olgunluğa gülümseyerek yaklaştılar. Küçümsedikleri için mi, takdir ettikleri için mi yoksa söylediklerini yaptığımdan memnun oldukları için mi gülümsediler o zamanlar anlayamadım.

Herkes unuttuğumu düşünmeye başladığında da harekete geçtim. Bulabileceğim her yere baktım. Aklıma gelen her yere. Hiçbir yerde yoktu. İşte o anda kaynar sular döküldü başımdan aşağıya. Bunca zamana bir gün onu bulabileceğime inanarak dayanabilmiştim. Yoktu işte yoktu! Hiçbir yerde yoktu! Ben istemediğim sürece nasıl olurda ondan ayrı kalabilirdim. Çok sinirlendim! Yatağıma oturup sakinleşmek için bekledim. Ne kadar beklediğimi şimdi hatırlamıyorum. Ama bana o an çok uzun gelmişti.

Artık sakinleştiğime karar verdiğimde çıktım odamdan. Kararlılıkla annemin yanına gittim. Onunla ciddi olarak konuşmanın vakti gelmişti. Karşısına oturdum ve direk konuya girdim.

-Anne! Biliyorum artık altı yaşındayım ama ben emziğimi bırakmak istemiyorum. Söz ikinci sınıfa başladığımda bırakacağım!

Annem yine daha önce anlamadığım o ifadeyle gülümsedi. Başını sallayarak çıktı salondan. Bir süre yerimden kalkmadan gelmesini bekledim ama dış kapının kapanma sesini duyunca yanıma gelmeyeceğini anladım. Emziğime kavuşmak için başka ne yapabilirim diye düşünürken uyuyakalmışım kanepenin üzerinde. Ne kadar uyudum bilemiyorum. Gözlerimi açtığımda sehpanın üzerinde üç tane ambalajı açılmamış emzik duruyordu. Yattığım yerde doğruldum heyecanla. Annem karşımda yine bana gülümsüyordu. Ve ben bu sefer neden güldüğünü anladım...

2 Mart 2010 Salı

Ağlayamamak!

Bugünlerde kolayca ağlayabildiğimi fark ettim. Yok, yok! Öyle hastalık falan değil... Okuduğum bir hikâyeye, seyrettiğim bir habere, gördüğüm bir kuşa, kokladığım bir çiçeğe ağlamaya başladım... Ben... Utanmadan! Doluveriyor gözlerim aniden... Koyuverip kendimi saatlerce ağlamak istiyorum... Bir kaç damla sonra susturuyor içimden bir ses gözyaşlarımı... Yine de ağlayabilmiş olmanın mutluluğuyla, bir daha canım sıkıldığında kolayca ağlamak için söz veriyorum kendime... Beceremiyorum tabi... Yeni doğan bir bebeğin süt kokusunu alana kadar...