22 Ağustos 2010 Pazar

Küçük bir gülümsemeyle başladı her şey!

Küçük bir gülümsemeyle başladı her şey. Gerçi tam olarak gülümsedi mi pek emin değilim. O kadar güzel görünüyordu ki o güneşin altında. Rüzgardan dağılan saçlarını düzeltiyordu -sabah evden çıkarken zar zor toparlamıştı belki- bozulmalarına sinirlenerek. Ama güneş öyle bir etki yaratıyordu ki gözlerinde. Işıl ışıl bakıyordu bana. Birazdan yaramazlık yapacak bir çocuk gibi sanki. Rüzgara sinirlenirken aynı anda tenini ısıtan güneşe nasıl bu kadar müteşekkir davranabildiğine şaşmıştım. Şaşkın bakışlarımı fark edip bakmıştı bana. İşte o anda gülümsedi. Sanırım… Güneşin ona verdiği tüm sıcaklığı o anda armağan ediverdi bana. İçim ısındı… Ben de gülümseyiverdim. İçim minnetle doldu. Bir an önce işe yetişmem gerekiyordu.

Zaten evden geç çıkmıştım. Saati kurmayı unutmuşum yine. Akşam oğlumun ödevini yapmadığını fark edince temizliği bırakıp onunla ilgilendim. Haliyle işleri de onu yatırdıktan sonra yapabildim. Sabah yetiştiremem diye ütüyü de yapmam gerekiyordu. O yorgunlukla yatınca uyuyamadım da hemen. Eşimin uykusunu bölmek istemiyordum. Sessizce salona gidip bir şeyler okumak istedim. Ne zamandır fırsat bulamadığım romana başladım. Bir bilseniz ne kadar heyecanlıydı, epeyce okudum. Gözlerim ne ara kapandı bilemiyorum, kanepede uyuyakalmışım. E haliyle saati kurmayı unutmuşum. Her yanım tutulmuş kanepede. Omzumun sızlamasıyla açtım gözlerimi. Unutmuşum salonda olduğumu. Önce kısa bir panik yaşadım ben nerdeyim diye. İçerden eşimin homurtularını duyunca kendime geldim tabi hemen. Neden onu vaktinde uyandırmadım diye söyleniyordu. Apar topar kanepeden kalkıp çayı koydum. Yüzüme bir gülümseme yerleştirmeye çalışıp oğlumu uyandırmak için odasına girdim. Onu ayağa kaldırıp elini yüzünü yıkaması için banyoya sokmam zor oldu. Hemen kahvaltı sofrasını hazırlayıp giyinmek için yatak odasına girdim. Eşim bir yandan aceleyle pantolonunu giyerken bir yandan da hala bana söyleniyordu. Birden dengesini kaybetti. İki ayağı da pantolonunun paçalarına yarım girmişti. Güüüm! Adam yerde… Tutunayım derken abajuru devirdi, abajurda onunla birlikte yerde. Paramparça. Ben hala gülümsemeye çalışıyorum. Eşim düştüğü yerden bana baktı sinirli sinirli. Koşarak elektrik süpürgesini getirdim, temizledim kırıkları. Koşturarak salona girdim oğlanın kahvaltısı yaptırmak için. Aaaa! Hala üstünü değiştirmemiş! Ay çıldıracağım! Ama gülümsemek lazım. Herkesin günü güzel başlamalı ve öyle devam etmeli. Eşim ağzına bir lokma ekmek attı, ters ters bana baktı, ben yüzümdeki gülümsemeyi korumaya çalışıyorum çaresiz. Akşam geç gelirim toplantım var dedi, çarptı kapıyı çıktı. Oğlum neden giymedin üstünü dedim hala gülümsüyorum ama. Okula gitmek istemiyormuş beyefendi! Bugün ne kadar yakışıklı olduğunu ve arka sırasındaki Zeynep’in bu halini mutlaka görmesi gerektiğini söyleyerek onu odasına soktum. O üzerini değişirken serviste yemesi için bir sandviç hazırladım. Çantasını da yerleştirip hiç bir şey unutmadığından emin olarak onu okuluna uğurladım, tabi gülümseyerek. Saatime baktığımda evden çıkmam için sadece bir dakikam vardı. Çantamı almak için yatak odasına girdim, temizlerken gözden kaçırdığım kırıklardan biri battı ayağıma. Elimde bir cımbızla küçük parçayı çıkarırken ağladığımın farkına ancak saçımı düzeltmek için aynaya bakınca anladım. Makyajımı düzelttim aceleyle. Bir yandan da dua ediyorum patron sabahki toplantıya benden sonra girsin diye. Evden çıktım ama yüzümde ne gülümseme kaldı ne de enerjim. Nasıl kızıyorum kendime. Neymiş hanımefendi kitap okumak gibi bir isteğini gerçekleştirmiş. Al gördün okuyunca ne olduğunu. Ruhun aydınlanmıştır yeteri kadar! Otobüse binersem iyice gecikeceğim. Bir taksi bulmak lazım. Beklemek yerine bir yandan da yürüyeyim dedim. İşte o anda, kaldırımın kenarında, ördüğü sabunlukları satmak için yere serdiği beyaz örtüye dizen ak saçlı teyzeyi gördüm.

O kadar güzel görünüyordu ki o güneşin altında. Rüzgardan dağılan saçlarını düzeltiyordu -sabah evden çıkarken zar zor toparlamıştı belki- bozulmalarına sinirlenerek. Ama güneş öyle bir etki yaratıyordu ki gözlerinde. Işıl ışıl bakıyordu bana. Birazdan yaramazlık yapacak bir çocuk gibi sanki. Rüzgara sinirlenirken aynı anda tenini ısıtan güneşe nasıl bu kadar müteşekkir davranabildiğine şaşmıştım. Şaşkın bakışlarımı fark edip bakmıştı bana. İşte o anda gülümsedi. Sanırım… Güneşin ona verdiği tüm sıcaklığı o anda armağan ediverdi bana. İçim ısındı… Ben de gülümseyiverdim. İçim minnetle doldu. Bir an önce işe yetişmem gerekiyordu. Zaten geç kaldım dedim kendi kendime. Gülümseyerek teyzenin yanına gittim. Yeşil rengi çok severim ben. Kendime yeşil orlondan örülmüş bir sabunluk aldım. Parayı uzattım teyzeye. Bir yandan da akşam elimdeki sabunlukla yapacağım banyo keyfini düşünmeye başladım. Gülümsemem iyice yerleşti yüzüme. Teyze hayırlı günler dedi bana gülümseyerek. Ben de gülümseyip hayırlı günler diledim. Taksi bulmak için döndüm arkamı, boş bir taksi sanki beni bekliyor. Gülümseyerek bindim taksiye, günaydın dedim şoföre. Şoför hafifçe başını bana doğru çevirip gülümsedi.

İşte, küçük bir gülümsemeyle başladı her şey.

25 Temmuz 2010 Pazar

İHTİYACIM VAR!

Elindeki eldivenleri düzelterek yürümeye devam etti adam. Yağan kar, rüzgârın da etkisiyle yüzünde değdiği her yeri deli gibi yakıyordu. Yüzünü şapkasının siperine saklamak için başını biraz daha gömdü kalın paltosunun içine. Bir an önce evine varmak için adımlarını sıklaştırdı. O bomboş eve kavuşmak için neden bu kadar istekli olduğunu düşündü kısa bir an için.

Her gün aynı şeyler işte. Sabah yataktan çıkmak için gitmen gereken bir işin olduğunu kendine zorla hatırlat. Boş evin içinde dolanıp, zorla ayrıldığın pijamanın yerine, üzerine gönülsüzce bir şeyler giy. Her sabah ucu ucuna yetiştiğin servise binmek için kar kış demeden ıssız sokaklarda koştur. Günaydın deme zahmetine bile katlanmayan asık suratlarla dolu serviste, sana bırakılan teker üstü koltuğa otur. Kulaklığından içine akacak güzel notaları bastırmasını bir türlü engelleyemediğin servis şoförünün ağır acılı şarkılarına katlanmaya çalışarak kırk beş dakika yol git. Öksürsen ters ters bakan yirmi insanla aynı havayı soluduğun o anlamsız boğucu ofisteki küçücük masada otur. Loş ışık altında çalışmaya uğraşarak ileriki günlerine ışık tutmaya çalış. Saatin altıyı göstermesini sabırsızlıkla bekle. Aynı suratsız insanlarla servise doluşup, sabah katlandığın 45 dakikalık acılı yolculuğa tekrar katlan. Eve biran önce ulaşmak için aynı sokaklardan koşturarak geç.

Kendini düşüncelerine kaptırmış, evine çıkan sokağa sapmışken ince bir miyavlama duydu. Aniden durdu. Sesin nerden geldiğini anlamaya çalışarak etrafına bakındı. Kar o kadar yoğun yağıyordu ki görüşünü engelliyordu. Kendi etrafında bir tur daha attı yolun her yerine bakınarak. Sesin sahibi ortalıklarda yoktu. Kendi kendine omuz silkip yoluna devam etti.

Ne akılsızsın. Görsen hayvanı ne yapacaksın ki? Alıp evine mi götüreceksin? Hayır! Aslaaa! Evin bütün düzenini bozar şimdi o. Hem sanki ilk kez mi bir kedi miyavlaması duydun. Ama hava o kadar soğuk ki. Yavruydu sanırım. Yavruysa ne olmuş. Annesi vardır yanında. Ya yoksa. Yoksa ne olacak? Bir baltaya sap olamadın bir kediye baba mı olacaksın yani? Babalık ve ben! Yok yok… Abartmaaaa! Yürü git evine işte. O bakar başının çaresine.

Tüm bunları düşünürken ancak birkaç adım atmıştı ki aynı ince sesi duydu tekrar. Miyav!

Kısa bir an için içindeki sesle kavga etti adam. Paltosuna gömdüğü başını çıkardı dışarı. Yüzünü acıtan kar tanelerine aldırmadan geri dönüp etrafına bakındı. İçindeki ses yükseldi bu sefer.

Ne halt ediyorsun yahu? Bulsan ne olacak. Sen hayvanları sevmezsin ki! Hoş sen insanları da sevmezsin. O yüzden senden başka, benden başka kimse yok… Ama ya çok küçükse, ya yardıma ihtiyacı varsa. Of! Amma uzattın ama. Ya ihtiyacı yoksa!

Kısa bir süre karın altında öylece donup kaldı. İçindeki sese yenilmişlikle döndü, evine doğru yürümeye başladı.

İhtiyacı yok… İhtiyacı yok… Bana ihtiyacı yok… Bana kimsenin ihtiyacı yok…

Düşüncelerinden sıyrıldığında çoktan apartmanının kapısına geldiğini fark etti. Eldivenlerini çıkarıp cebinden anahtarlarını buldu. Hızla apartmana girip dört katı çıktı. Evinin kapısına ulaştığında nefes nefese kalmıştı. İçeri girip kapıyı arkasından kapattı. Bom boş bir ev. Yalnız yenecek zoraki bir akşam yemeği. Sessizliğe inat açılacak televizyon. Tahammül edilemeyecek diyaloglar. Belki bir yerinden hayatlarına sızmayı başarırım diye karıştırılacak kitap sayfaları. Her gün, her sabah, her akşam aynı şeyler.

İhtiyacı yok… İhtiyacı yok… Bana ihtiyacı yok… Bana kimsenin ihtiyacı yok…

AMA BENİM… AMA BENİM… BENİM İHTİYACIM VAR!

Kapıyı açıp dört katın merdivenleri hızla aşağı indi. Düşen kar tanelerinin acısına aldırmadan sesi duyduğu yere doğru koşmaya başladı.

BENİM İHTİYACIM VAR! BENİM!

Sesi ilk duyduğu yere geldiğinde nefes nefese kalmıştı. Telaşla etrafına bakınmaya başladı. Park etmiş arabaların altına baktı. Bahçe duvarından atlayıp ağaçların altına baktı. Çöp tenekesinin içini kontrol etti. Olabileceği her yeri, her yeri aradı. Geç kalmıştı…

Belki de birisi alıp gitti. Belki de soğuğa ve açlığa daha fazla dayanamadı. Belki de… BELKİ DE ONUN BANA İHTİYACI YOK! …

Yüreğine oturmuş yenilmişlik duygusunun acısıyla evine dönmeye karar verdi. Kafasını paltosuna gömdü tekrar. Tam adımını attığında…

Miyav!

Sesin geldiği tarafa o kadar yavaşça döndü ki. Ama kalbi heyecandan yerinden çıkacaktı sanki. Minicik bir yavru tekir, titremesine engel olamadan ona doğru koşuyordu. Refleks olarak eğilip kollarını açtı adam. Kedi çevik bir hareketle kucağına atlayıp paltosundan içeri girdi. Adam şaşkın, paltosunun içindeki ıslak, soğuk, titrek ama huzurla mırıldanan kediyi düşürmemeye çalışarak evine doğru yürümeye başladı. Ilık bir gülümseme her yanına yayıldı.

TEŞEKKÜR EDERİM BENİ SEÇTİĞİN İÇİN. BENİM SANA İHTİYACIM VAR!

26 Nisan 2010 Pazartesi

BEMBEYAZ

Önümdeki ayak izlerinin üzerine basarak ilerledim karda. Yüzüme her değdiğinde canımı yakan kar tanelerine direnerek kaldırdım başımı. Bembeyaz… Bembeyaz bir tipi… Ne kadar yürümüştük, daha ne kadar yürüyecektik hiçbir fikrim yoktu. Önümden yürüdüğünü, bıraktığı ayak izlerinden biliyordum ama onu görmem mümkün değildi. Bembeyaz bir yalnızlık… Bağırmak istedim bir an. Onun önümde, hemen önümde olduğunu anlamak istedim. Açamadım ağzımı. Soğuktan öyle bir sıkmıştım ki kendimi. Dikkatimi dağıtmadan yürümeye devam etmem gerektiğine karar verdim. Başımı önüme eğdim. Adımların tam içine basarak ilerledim. Büyüktü adımları. Benimkinden çok çok büyüktü. Bıraktığı izlerin içine kolayca sığıyordu ayaklarım. İzlerin tam içine basmaya çalışarak kendimi oyaladım bir süre. Ne kadar daha yürüdük, ne tarafa yürüdük bilmiyorum. Benim en azından takip ettiğim bir ayak izi vardı. Peki, o? Her adımı tekrara tekrar atmasını sağlayan şey neydi acaba? Korkuyor muydu ki? Nereye gittiğini bilmeden yürümekten korkuyor muydu? Canım acıyor. Parmaklarımın sızlamasına dayanamıyorum. Bacaklarım daha fazla bedenimi taşıyamayacak sanıyorum. Yoruldum! Dinlenmem lazım biraz. Beni beklesin, biraz yavaşlasın istiyorum. Seslenmek için hazırlanıyorum. Başım hala önde. Ayaklarımı bıraktığı izlerin içine doğru yerleştirmeye çalışıyorum. Derin bir nefes alıp ağzımı açmaya hazırlanıyorum. Ayağım havada kalakalıyorum. Önümde başka ayak izi yok. Nefesimi tuttum, panik içinde bakınıyorum. Adımımı attım ayak izi olmayan kara. Deli gibi önümde olması gereken ayak izini arıyorum. Başımı kaldırdım. Bembeyaz bir tipi! Bembeyaz bir yalnızlık! Korkuyorum! Kısa bir an düşünüyorum. Buralarda bir yerdedir. Kar kapatmıştır izleri diyorum. Arkamdaki ayak izlerine bakıp gidebileceği yönü tahmin ediyorum. Derin bir nefes alıyorum tekrar. Kendimi toparlamak zorundayım! Buralarda bir yerde bulacağım tekrar ayak izlerini. Ayaklarım sızlamıyor bile artık. Başım önde bir ayak izi görmek ümidiyle ne kadar yürüdüm bilemiyorum. Bir nefeslik de olsa dinlenmem lazım. Başımı kaldırıp bakmak istemiyorum. Bembeyaz bir yalnızlık. Sonra birden... Korkudan soluğum kesiliyor önce! Başım öğle bir dönüyor ki… Yerdeki karın beyazıyla, tipinin beyazı birbirine karışıyor. Karanlık… Hayır, hayır! Her yer beyaz olmalıydı! Beyaz! Bembeyaz! Gözlerimi açıyorum. Karlar iğne gibi giriyor gözlerimden içeri. Gözlerimi beyaz bir yalnızlığa açtığımda bu kadar mutlu olacağımı hiç düşünmemiştim. Kısa bir süre oturuyorum karların üzerinde. Birden anlıyorum! Arkamda ayak izleri bırakmam lazım! Sıra bende… Bu tipide, bu bembeyaz yalnızlıkta birilerine ayak izlerimle yol gösterme sırası bende… Kara bata çıka ayağa kalkıyorum. İki adım atıyorum ileri doğru. Arkama dönüp bıraktığım ize bakıyorum. Eh! Küçük müçük ama işe yarar… Başım önde bembeyaz tipide, bembeyaz yalnızlıkla birlikte ilerliyorum karşıma çıkacak yeni bir rengi umut ederek…

23 Mart 2010 Salı

BİR ÇİFT ESKİ AYAKKABI

Günün yorgunluğunu sırt çantama yüklemiş eve doğru yürüyordum. Kulaklığımdan sevdiğim melodiler akıyordu içime. Çantanın ağırlığını bile unutup zıplamaya başlayacaktım nerdeyse. Sevdiğim çiçekçinin önünden geçecektim birazdan. Salonumda hayal ettiğim, özenle hazırlanmış şık saksılara bakacaktım. Sanki uzun zamandır görmediğim, özlediğim birini görecekmişim gibi heyecanlandım çiçekçiye yaklaştıkça. Yüzümdeki gülümsemeyi saklamaya çalışmıyordum bile.

Çiçekçinin vitrinini seyretmeme bir apartman kalmıştı ki... Birden donup kaldım... Apartmanın önünde kahverengi, boyaları gitmiş, burnu kullanılmaktan deforme olmuş ama hala iş görebilecek bir çift eski erkek ayakkabısı duruyordu.

Ben yeni açacak çiçekleri görmeyi beklerken... Birileri, bir eşin, bir babanın, bir dedenin belki de yakın bir dostun ayakkabısını koymak zorunda kalmıştı işte apartmanın önüne.

İçimde bir sızı hissettim. Sırtımdaki çanta ağırlaşmaya başladı. Kulaklıktan gelen ses birden kafamın içinde katlanılamaz bir gürültüye dönüştü. İçimde bir sızı hissettim, başka sızıları da uyandıran bir sızı...

Biz onu kaybettiğimizde ayakkabılarını koymuş muyduk kapıya? Kim yapmıştı ki bu işi? Kim seçmişti hangi ayakkabının konacağını? Eskilerden mi seçtiler yoksa yeni aldıklarından birini mi? Ayakkabıyı bırakabildiler mi kapının önüne kolayca? Vedalaşabildiler mi? Hiç hatırlamıyorum!

Uyanan eski sızılarım gözlerimi doldurdu bir anda. Zorla bir iki adım attım çiçekçinin vitrinine doğru. Yeni tomurcuklarıyla, yan yana sıralanmış sümbüller beni bekliyordu. Dolan gözlerimi gizlemeye çalışarak zoraki bir gülücük attım onlara. “Yarın görüşürüz! Söz!” dedim içimden. Bir an önce evime varmak için adımlarımı hızlandırdım.

Hayat ne garip! Bir çift eski ayakkabıyla sevinen birileri olacak birazdan. Alacak eline ayakkabıları, evirip çevirecek, birilerinin ayağına uyar mı diye düşünecek, alıp gidecek sonra. Bunları giyen kimdi, ne iş yapardı, iyi bir insan mıydı, mutlu muydu, arkasında kimleri bıraktı diye düşünürler mi acaba? Ayaklarına geçirdiklerinde eski ayakkabıları, yürüyüşleri değişir mi? Eski sahibi gibi ayakkabıların, iyi, kötü, mutlu ya da yorgun hissederler mi kendilerini? Kim bilir nereleri görmüştür o ayakkabılar. Yeni sahiplerini de oralara götürürler mi?

Hayat ne garip! Eskilerle yeniler... Bir çift eski ayakkabı kapı önüne koyulurken acıyla, bir sümbül merhaba demek için hayata tomurcuklanıyor hemen yanı başında. Sümbüller! Tomurcuklanıyor! Ayıp ettim onlara...

Yolumu değiştirip gerisin geri döndüm sırtımda ağırlaşan çantamı umursamadan. Hem hoşça kal demek için gidene, hem de hoş geldin demek için yeni doğana...

Hayat ne garip!

9 Mart 2010 Salı

ÇOCUK GÖZLER

Odanın kapısından baktım önce sessiz olmaya çalışarak. Uyuyorsa uyandırmak istemiyordum. Yatağında uzanmıştı. Saçlarını yeni kestirmişler. Yüzü toparlanmış. İyi olmuş. Oyuncaklarını kucağına doldurmuş. Eline aldı bir tanesini, sevgiyle okşayıp yatağının yanındaki torbaya koydu. Beni fark etti sonra. Çocuk gözleriyle baktı. Gülümsedi. Yorgundu yüzü. Hayli zayıflamıştı son gördüğümden beri. Ama gözleri hiç görmediğim kadar çocuk bakıyordu. “İyi ki geldin! Birlikte yaramazlık yapalım mı?” der gibi…

Ürkekçe elimi kaldırıp selam verdim. Beni hatırlamazsa diye korkuyordum. Korkumu gizlemek için gülümsedim. İçeri girdim. Benim geldiğimi fark edince kanepede oturmuş televizyon seyreden bakıcısı ayağa kalktı. Biraz daha zaman kazanmak için gidip öptüm kadını. Sonra yatağın yanına yürüdüm. Ya hatırlamazsa… Kimsin diye sorarsa… Adımı söylesem birlikte güldüğümüz anlarımız gelir miydi aklına? Ya o zaman da hatırlamazsa… Kendimi hatırlatmaya çalışmaktan korkuyordum unuttuğunu fark edip üzülür diye. Ben böyle içimdeki sorularla boğuşurken o benden önce davrandı. Çocukça bir cesaretle belki de… Dönüp yine o çocukça gülümsemesiyle hiç çekinmeden sordu. “Bu kim?”

Bakıcı o kadar kendinden emin bir gülümsemeyle baktı ki bana, sonra da dönüp cevap verdi, içim sızladı. Ben kendimden emin girememiştim odaya. Ama o kadın emindi kendinden. Ona iyi baktığından, hatırlandığından ya da tanındığından… İçim sızladı işte. Bakıcı adımı söyledi. İkimizde ona bakıyorduk. Ben çekingen, o kendinden emin. Adımı duyunca çocuk gözlerini bana çevirip gülümsedi. Bir an için sevindim. Hatırladı işte! Oyuncaklarından bir tane daha aldı sonra. Sevgiyle okşayıp torbasına koydu. Bana baktı tekrar. “Daha önce geldin mi sen?”

Yok… Hatırlamadı… Geldim dedim gülümsemeye çalışarak. Biraz düşündü. Hatırlamadı… Umursamadı da ama. Bir oyuncak daha aldı eline. Gülümseyen gözleriyle bana uzattı. Çok güzelmiş dedim. Elime aldım oyuncağı. Onun gibi sevgiyle bakmaya çalıştım oyuncağa. Elimde evirip çevirdim biraz. Sonra geri verdim. Yine aynı seremoniyle torbasına kondu oyuncak.
Nasıl devam etmem gerektiğini bilemedim. Bütün hırçınlıklarından sıyrılmış, unutmanın verdiği rahatlıkla gülen çocuk gözlerine baktım. Gitmek istedim hemen. Haydi, oyna sen oyuncaklarınla dedim. Öptüm yanaklarından. “Nereye gidiyorsun?” dedi. Tekrar geleceğim dedim hatırlamayacağını bilerek.

Boğazımda düğümlendi kuramadığım tüm cümleler. Aceleyle çıktım odadan… Çocukluğumun korku salan adamı dedemin odasından…

3 Mart 2010 Çarşamba

Ben İstemeden Asla!

Birden bire çıktı karşıma. Hiç beklemediğim bir anda. Uzun zaman inanmıştım. Sonraları kaybetmiştim umudumu. Hiç aklıma gelmiyormuş gibi yapıyordum ki zamanla gerçekten aklıma gelmeyeceğine inanıyordum. İlk zamanlar zor geldi tabi. Sonraları gerçekten kolaylaştı. Tamamen unutmamıştım, ama içimdeki boşluğuyla yaşamayı öğrenmiştim. Yerine bir şey koymayı hiç istemedim.

Artık onsuz olmam gerektiğini ilk söylediklerinde sesimi çıkarmadan başımı salladım sadece. İçimden asla aramıza giremeyeceklerini söylüyordum. Sakince gidip koltuğa oturdum, bacak bacak üstüne attım, televizyon seyretmeye dalmış gibi yaptım. Gösterdiğim olgunluğa gülümseyerek yaklaştılar. Küçümsedikleri için mi, takdir ettikleri için mi yoksa söylediklerini yaptığımdan memnun oldukları için mi gülümsediler o zamanlar anlayamadım.

Herkes unuttuğumu düşünmeye başladığında da harekete geçtim. Bulabileceğim her yere baktım. Aklıma gelen her yere. Hiçbir yerde yoktu. İşte o anda kaynar sular döküldü başımdan aşağıya. Bunca zamana bir gün onu bulabileceğime inanarak dayanabilmiştim. Yoktu işte yoktu! Hiçbir yerde yoktu! Ben istemediğim sürece nasıl olurda ondan ayrı kalabilirdim. Çok sinirlendim! Yatağıma oturup sakinleşmek için bekledim. Ne kadar beklediğimi şimdi hatırlamıyorum. Ama bana o an çok uzun gelmişti.

Artık sakinleştiğime karar verdiğimde çıktım odamdan. Kararlılıkla annemin yanına gittim. Onunla ciddi olarak konuşmanın vakti gelmişti. Karşısına oturdum ve direk konuya girdim.

-Anne! Biliyorum artık altı yaşındayım ama ben emziğimi bırakmak istemiyorum. Söz ikinci sınıfa başladığımda bırakacağım!

Annem yine daha önce anlamadığım o ifadeyle gülümsedi. Başını sallayarak çıktı salondan. Bir süre yerimden kalkmadan gelmesini bekledim ama dış kapının kapanma sesini duyunca yanıma gelmeyeceğini anladım. Emziğime kavuşmak için başka ne yapabilirim diye düşünürken uyuyakalmışım kanepenin üzerinde. Ne kadar uyudum bilemiyorum. Gözlerimi açtığımda sehpanın üzerinde üç tane ambalajı açılmamış emzik duruyordu. Yattığım yerde doğruldum heyecanla. Annem karşımda yine bana gülümsüyordu. Ve ben bu sefer neden güldüğünü anladım...

2 Mart 2010 Salı

Ağlayamamak!

Bugünlerde kolayca ağlayabildiğimi fark ettim. Yok, yok! Öyle hastalık falan değil... Okuduğum bir hikâyeye, seyrettiğim bir habere, gördüğüm bir kuşa, kokladığım bir çiçeğe ağlamaya başladım... Ben... Utanmadan! Doluveriyor gözlerim aniden... Koyuverip kendimi saatlerce ağlamak istiyorum... Bir kaç damla sonra susturuyor içimden bir ses gözyaşlarımı... Yine de ağlayabilmiş olmanın mutluluğuyla, bir daha canım sıkıldığında kolayca ağlamak için söz veriyorum kendime... Beceremiyorum tabi... Yeni doğan bir bebeğin süt kokusunu alana kadar...